31 Aralık 2009 Perşembe

"ProStudyo.com ProStudyo - Profosyonel Yazılım ve Tasarım Hizmetleri Webbrowser, Delphi, Ile, Kullanımı, Var"

13 Kasım 2009 Cuma

10 Kasım 2007 Cumartesi

Muhakemat / Salih OSMANOĞLU

Muhakemat’ın İkinci bölümü olan Unsurü’l-Belâğat âdetâ güzel söz, beliğ kelâm, üstün beyânın temellerini on iki mesele şeklinde özetlemiş.. Bu can alıcı konular kelâm sarayının, beyân köşkünün sütunlarıdır. Bu kâideler olmasa söz özelliğini yitirir, kelâm süflîleşir, beyân sarsılır ve harâp olur.
Bu dönemde böylesine sözün ve ifâdenin aldığı yaraya neşter vurmak her insanın kârı olmadığı gibi, beyânın (revaç bulduğu kadar) birtakım mikroplarla hastalandığı bu dönemde hazık hekim gibi onun imdadına koşmak ve onu iyileştirmek için en güzel reçeteyi sunmak da her kişinin üstesinden geleceği bir iş de değildir..

Bilindiği gibi dil iletişim vasıtasıdır. İletişim ise kalplerin birbirine ısınması, duyguların anlatılması, düşüncelerin fertten ferde ulaştırılması, sezgilerin, ilhamların gönülden gönüle taşınması için şart olan en birinci vesiledir..

Bu sebepten onun hastalığı, onun yara alması bilâhare kalpleri, ruhları, gönülleri, düşünceleri de hasta eder.. Anlaşamayan, iletişim vasıtasından yoksun insanların yaşayacakları stres ve bunalımlar nice kanlı sahnelere sebep olacaktır herkes idrak edebilir..

Bunu insan kendi üzerinde bile deneyebilir.. Merâmımızı anlatamadığımız zaman çektiğimiz sıkıntı nasıl dayanılmazdır. Kelimeler kifâyetsiz kaldığı zaman içimizdeki galeyân ve zorlamadan dolayı çeperlerini çatlatacak kadar bir sıkıntı yaşayan yüreğimizin çektiğini pekâlâ biliriz..

Bunu toplum sathında büyütün.. Derdini anlatamayan, içindeki en ince hislerine ve duygularına, düşüncelerine tercümân olamayan fertlerden oluşmuş bir topluluk işi kavgaya, kama, kılıç, kalkana dökecek, teselliyi meyhanede arayacak, bunalımını teskin edecek bilmem nerelerde oturup kalkacak bir bakıma manevî sarsıntı geçirecektir…

Fertleri güzel san’atlarla meşgul olan toplumlar dâimâ hoşgörü ve sevgiye daha açık topluluklar ola gelmiştir.. Bunu târihin altın sayfalarında görmek mümkündür.. Altın çağ dediğimiz sanat ve sanatçının el üstünde tutulduğu dönemlere bakınız insanlarda sevgi, ümit, aşk, hoşgörü, sevda, birbirine saygı daha fazla ve daha revaçtadır..

Hatta sanatçılarını savaşlardan ka çıran ve onları başkalarına kaptırmamak için dikkat eden sultanlar bile vardır târihte.. Zira sanatkar toplumun manevî gıdasını kendi üslubunca onlara verecek olan kişidir. Bir bakıma manevî havuzda birikecek âb-ı hayâtın kaynağıdır.. İlhamlarıyla topluma içtenlik, sevgi, ümit, aşk ve sevda yükleyecek kişi… Böyle zor bulunan bir varlığı elden çıkarmak elbette akıllı bir kişinin yapacağı bir iş değildir. San’atkârı bir toplumun göz bebeği gibi görmemiz mümkündür..

Bir tabip bir doktor gibi hastalığa neşter vuracak beyan sultanları toplumda çoğaldıkça içtimâî dertler, sıkıntılar ve mânevî açmazlar nisbeten azalacak ve yolun düzüne çıkmak için bir rota, bir pusula tesbit edilmiş olacaktır..
Bu sebepten bunu keşfeden hapishâne müdürleri mahkûmlara san’at eserleri yapmaları husûsunda teşviklerde bulunurlar ve bu konuyu destekleyecek çalışmalar içine girerler..

Bir tesbih, bir gemi, bir başka sanat eseri ruhunun güzelliklerini ve duygularının inceliklerini yansıtması açısından mahkûmun en birinci tesellisi olmakta ve güzel eserler ortaya çıkmaktadır..
Bu konuyu yazı yazmak ve hitabet hususunda da geliştirmek mümkündür. Hapishanelerden tutun da toplumun diğer ünitelerine kadar, okullar, iş yerleri vs gibi mahfillerde yazmaya ve güzel konuşmaya teşvik etmek husûsu en birinci ele alınacak konu olmalı bence. Yarışmalar düzenleyip kişilerin yazma ve konuşma yoluyla içlerindeki ilhamlarını, düşüncelerini, dertlerini gün yüzüne çıkarmak, hem onları rahatlatmak, hem de bu ortaya çıkan gönül meyvelerinden başkalarını istifade ettirmek ne güzel bir iş, ne üstün bir görev, ne kutsî bir vazifedir… Ama anlayana..

İşte bunu keşfeden Bediüzzaman bu işin ana çizgileri ve temel kâidelerini ele almış, gelecekte revaç bulacak olan belâğatın unsurlarını on iki meselede özetlemiş ve gelecek nesillere bir pusula, bir rota, bir reçete, bir el kitabı şeklinde hediye etmiştir…
Konuları aktarırken çeşitli misâller getiren Bedüzzaman duygu ve düşünce okyanusu olan insanın nasıl en gizli duygularını bile anlatması gerektiği ve onların çiçeklenmesi için nasıl bir usûl kullanılması gerektiğini dakik bir nazarla incelemiş ve belâgat zirvesi diyebileceğimiz bir üslûpla ele almıştır..
Aslında bu kitap satır satır incelenip, kelime kelime tektik edilerek yazar kitlesine, yazılı ve sözlü medyaya duyurulmalı üniversite çapında Muhakemat kürsüsü diye isimlendirebileceğimiz çaplı bir çalışmaya kadar genişletilmelidir. Bu konuda zaten Türk Edebiyatına kazandırılmış bu kadar derli toplu başka bir eser de yoktur.

Bu acizane tavsiyeden sonra Birinci, İkinci ve Üçüncü makale diye üç bölümden oluşmuş olan Muhakemat’ın beyanla ilgili ikinci bölümüne geçebiliriz..
Unsur-u Belâğatın Birinci Meselesi’nde Bediüzzaman Belâğatın nasıl bir yolla süflileşmeye gittiğini ele almaktadır..
Bilindiği gibi Arap ediplerinde bilhassa revaçta olan söz ustalığı ve belâgat kuvveti İslâm’ın zuhûruyla daha da revaç bulmuş ve ciddi bir hamleyle zirveye tırmanan bir ivme kazanmıştır. Söz ve beyan konusunda rotasız giden ama buna rağmen mayasındaki güzel söz söyleme özelliğini bol bol kullanan Araplar bir de kendilerine İlahî bir pusula bulunca artık onları tutmak nasıl mümkün olur.. Evet Kur’ân-ı Kerim’in ışığında gün geçtikçe gerçek söz, özlü beyân, kelâmın cevherini keşfeden Arap üdebâsı bu konuda ciddi mesafeler almıştır. Sözün ayakları yere değmiş, beyân kaidesini ve zemini bulmuştur..
İşte mânevîyatla at başı giden bu sözün, beyânın, anlatımın saltanatı Acemlerin yani başka ülkelerin bu işe el atmasıyla nisbeten dalgalanmış ve bulanmıştır. Bu sâfî edebî iklim yabancı ve nâehillerin ellerinin uzanmasıyla bulanmaya ve belâğat bünyesi dıştan aldığı tesirler ve mikroplar ile hastalanmaya ve asıl maksadından uzaklaşmaya başlamıştır..

Bunu bakın Bediüzzaman nasıl ifade ediyor:
"Tarih lisân-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arab’ın câzibesiyle A’cam; Araplara muhtelit olduklarından, Kelâm-ı mudarînin melekesi denilen Belâğat-ı Kur’âniye’nin madenini müşevveş ettikleri gibi öyle de acemlerin ve acemîlerin Belâğat-ı Arabiye’nin san’atına girdiklerinden, fikrin mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı meânîden zevk-i belâğatı nazm -ı lâfza çevirmişler…"
Demek ki ilk olarak bu tesbite göre aksama ve yanlışa sapma ve belâğatı, beyanı müşevveş etme, özden kabuğa kaymak ve mes’elenin ruhunu kaybedip kabuğuna meftûniyettir. Bu da ardı sıra lâfızperestliği doğuran, sözün dış yüzüne bakma, öz ve muhtevayı ikinci plâna almak gibi bir hastalığı ortaya çıkarmıştır… İnce bir zar gibi mânâyı ve muhtevâyı saran anlatım, üslûp, sözün elbisesi kalınlaşmış kalınlaşmış, kalınlaştıkça estetikten uzaklaşmış, kaba çizgiler ve mânâdan yoksun kıvrımlar ve renkler, şekiller kazanmıştır. Adeta söz ruhsuz bir ceset durumuna adım adım ilerlemiştir. Belki tarihin akışında her gün biraz daha lafzı mânâya tercih etmek şeklinde gelişmiş ve en son boş söz, boş kelam (argo tabiriyle geyik muhabbeti) en birinci sırayı almış ve söz ve beyan asli hüviyetini, önceki devirledeki canlılığını ve revnektarlığını yitirmiştir…
Bunda demek birinci suçlu mana okyanusundan, nur denizinden güç ve kuvvet alan asıl belâğatı müvveş eden ve bulandıran acemlerdir, yani Arap’ların dışındaki diğer ülkeler ve milletler…

Bu konuda hasta olmaya başlayan belâğat ve söz unsurunun diğer konularda da tesirini gösterdiğini bakın Tembih bölümünde Bediüzzaman nasıl beyan ediyor:
"Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır öyle de sûretperestlik ve uslûpperestlik ve teşbih perestlik ve hayalperestlik ve kafiyeperestlik şimdi filcümle ileri de ifrat ile tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz olacaktır.."

Bugünün talk shovlarını, laf ebeliği yaparak halkı eğlendirme adına yapılan boş ve berheva konuşmaları o günden tesbit etme açısından bu uyarı çok önemlidir…
Peki Bediüzzaman sözün revnektar olmasını istemiyor mu? Onun mânâ adına sönük olmasını mı arzu ediyor? Hayır…O sözün mânâ ile atbaşı bir çizgide ve onunla paralel olarak gelişmesini ve bir seyir takip etmesini tavsiye ediyor. Bakın bunu birinci tembihin son bölümünde nasıl beyân etmiş:
" Evet lâfza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla ve suret-i mânâya haşmet verilmeli fakat meâlin iznini almak şartıyla.. ve üsluba parlaklık verilmeli, fakat maksudun isti’ dâdı müsaid olmak şartıyla ve teşbihe revnak vermeli, fakat matlubun münâsebetini göze almak ve rızâsını tahsil etmek şartıyla.. Ve hayâle cevelan ve şa’şaa vermeli, fakat hakîkatı incitmemek ve ağır gelmemek ve hakîkata misâl olmak ve hakikatten istimdad etmek şartıyla gerektir…"

İkinci Mesele’de Kelâmın hayatlanması ve onun önemi üzerinde duran müellif bakın bu konuyu nasıl beyân ediyor:
" Kelâmın hayatlanması ve neşv ü nemâsı, mânâların tecessümüyle ve cemâdâta nefh-i ruh etmekle bir mukâleme ve mubaheseyi içine atmaktır."
Bu konuda şöyle bir mîsâl getiriyor:
"Mumâtala-i hak perdesi altında, hulfü’l va’d benimle konuşuyor. Der, aldanma!... Onun için sînemde ümitlerim ye’s ile kavgaya başladılar, o mütezelzil hane olan sadrımı harab ediyorlar."
Bu misâl ile müellif şairin iki zıt varlığın kavgasıyla nasıl bir heyecan uyandırdığını ve sanki özdeki olayı büyütüp büyütüp bize film gibi sunduğunu böylelikle bir hararet ve hareket ortamında (öğrenmenin en birinci şartı olan) dikkatin daha fazla çekildiğini ve bilginin muhataba daha rahat aktarıldığını vurguluyor…
Lâfzın harâreti artırmasının mümkünlüğü, insanın iç dünyasında nice müphem kapıların açılması ve gizli güzelliklerin çiçeklenmesi adına bunun şart olduğunu vurgulayan müellif bakın İkinci Mesele’nin son misâlini nasıl bir tablo ile bitiriyor:

"‘Yağmurun geç gelmesi ona teşekkî eder, mahbubun ağız suyu gibi suyunu emer.’
Acaba yeri mecnun Sehâbı Leylâ hâletlerinde, bu şiir sana tahyil etmiyor mu?"
Elbette hayale cevelân vermeden, tasvirlerde dikkat çekici bir ufka ulaşmadan, kelime fırçasıyla çeşitli tablolar çizmeden, üslûbun renk ve şekilleriyle bir panorama meydana getirmeden hangi konu anlaşılabilir, hangi konu avamdan havassa uzayan bir çizgide herkese hitap etme seviyesi, kalitesi, kantitesine ulaşabilir..

Üçüncü Mesele’de "Kelâmın elbise-i fâhiresi veyahut cemâli ve sûreti üslûb iledir. Yani Kalıb-ı kelâm iledir." diyen müellif bunu şu güzel misal ile açıklıyor:
"Gûya aklın borazanı denilmeye şâyan olan irâde ses etmekle, kalbin karanlık köşelerinde yatan mânâlar çıplak, yalın ayak, baş açık olarak çıktıklarından mahalli süver olan hayâle girerler. O hazinetü’l hayalde buldukları sûreti giyerler. En ekall bir yazmayı sarar. Veya bir pabucu giyer. Lâakal bir nişan ile çıkar. Hiç olmazsa bir düğme ile veya bir kelime ile kendinin nerede terbiye olduğunu gösterir."

Belâğatta her kişinin kendine ait bir üslûbu olduğunu, san’ata göre anlatım ve ifadenin değiştiğini Bediüzzaman şu misâlle anlatıyor:
"Ey meyhaneci kelam-ı beliğ nedir: Elbette onun san’atı, onu söylettirecek: Kelâm- ı beliğ ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran ve fehm denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir mânâyı, zürefâ denilen sâkiler döndürüp, efkâr içer, esrarda temeşşî etmekle hissiyâtı ihtizâza getiren bir kelâmdır."
Bu konuda sarhoşların sözlerinden hoşlanmayana da hüdhüd misâlini getiren müellif herkesin kendi meşrebine, mesleğine göre bir düşüncesi olduğunu ve bunu üslûbundan rahatlıkla anlayabileceğimizi vurguluyor.
Hüdhüd, Süleyman (a.s)’ın habercisi olan kuştur. Bu sebepten ona Sebe melikesinden ve onun milletinden haber getirirken Allah’ın gökte ve yerde gizli sırlarını ortaya çıkaran gücünü ve ilmini ele alması konusunu misâl getiriyor:
"Bir kavme rast geldim, zemin ve âsûmandan mahfiyâtı çıkaran Allah’a secde etmiyor."
Kelâm ve sözde kelimeler birbini tasdik ve birbirine cevap verme durumunda olmalıdır. Bir kelimesi bir diğeriyle uyum içinde olmayan sözün revnektarlığından ve güzel olduğundan söz edilemez. Bu konuyu Dördüncü Mesele’de ele alan müellif Kur’ân’dan misâl getirerek açıklıyor:
"Ve lein messethüm nefhatün min azâbi Rabbike" ayetindeki her kelimenin kıllet ifade etmesi yani azlık çizgisinde diğerleriyle birleşmesi mânâya kuvvet kazandırıyor.
Sanki bu ayetin minik modeliyle daha büyük olan azapları ve acıları insana hissettiriyor, mealinde sözleriyle bizi belâğatın zorlu bir meselesi olan ve Kur’ân ayetlerinde zirveleştiğini gördüğümüz kelimelerin ittihadı konusuna misafir ediyor..
Beşinci Mesele’de telmih ve işaret konusuna dikkat çeken Bediüzzaman bu konunun belâğat ustalarınca dikkat edilmesi gereken esaslı bir mesele olduğunu vurguluyor sonra da gençleşmek isteyen bir ihtiyar babanın sözlerini örnek göstererek telmih ve işaretin ne kadar etkili bir anlatım metodu olduğunu ispat ediyor:
"Dedi: İhtiyar oldun, Dedim değildir, belki mesâib-i dehrin gürültüsünden, ayakları altında çıkıp sakalıma konmuş bir beyaz gubardır."
Ardından başka misâllerle Müellif bu fikrini teyit ediyor: " Sakalımın beyazlamakla parlaması seni korkutmasın. Zirâ nur-u mücessim gibi dimağdan erimiş, sakaldan mecrâ bulup, kendini gösteren fikir ve edebin tebessümüdür."
"Gece gibi gençlikte, gözün nevm-i gaflette dalmış, ancak subh-misâl olan sakalın beyazıyla uyanabildi."
"Ciriti istemek yolunda, sabah, atımın yüzüne yed-i beyzâsıyla bir tokat vurdu. Atım dahi, kısasını almak için, tayyar olan subha erişti, yere vurdu, içinde dört ayağıyla gezindi. Demek atım çal’dır."
"Kalbim, mâşukumun kemeri gibi hareket edip hış hış etmekte, onun kalbi ise onun bileziği gibi sükûn ve sükûttadır. Demek beli ince, bileği kalın olduğu gibi, kalbim müştak onun kalbi müstağnidir."
Altıncı Mesele’de kelâmın her şeye onun seviyesine, karakterine, yapısına uygun bir üslûp kullanmanın gerekliliği üzerinde duran müellif bu husustaki yanlışlığı, vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür ederler, misâliyle açıklıyor.
Bu konudan çeşitli kahramanların karakterini eserlerinde oluşturan roman, hikâye yazarlarının alacağı çok ibret vardır. İyi bir gözlem yapmadan ve tam bir incelemeye girmeden çizilen karakterler ve onların üslûbu bazen bir kitabı çürütür ve yok edebilir…
Bunun içinde ciddi bir birikim, kültür ve derin bir ilim ve en önemlisi güçlü bir gözlem gerekir..
Mesela Kur’an-ı Kerim’deki peygamberlerin davranışları, onların yapıları hakkında bilgi verir. Biz Hz. İsa (a.s) ile ilgili ayetlere baktığımızda onun Allah’ın Vedûd isminin tecellisinin baskın olduğu muazzez kişiliğini görüyoruz.. Bu isim de onun sözlerine ve olaylar karşısındaki tutumuna yansıyor. Hz. Musa (as) ile ilgili ayetlere dikkat edildiğinde onun karakter tahlilini rahatlıkla yapabiliriz. Öfkeli bir mizaç, Allah’ın Celîl ismini mazharı bir Nebi. Her olayda ve her davranışında bunun izleri mevcut...
Tur dağından geldiğinde Beni İsrail’in buzağıya tapmaları sebebiyle Hz. Harun’un sakalından çekmesinden tutun da (anlatılanlara göre) küçük yaşta Firavun’un sakalını çekmesine, bir insanın ölümüne sebep olması, ardından şehirden kaçma girişimindeki tavırlarına kadar hep o öfke izlerini ve çizgilerini müşahede ediyoruz.
Bugünün romancıları ve hikâyecilerine bu kıssalarda çok güzel örnekler vardır. Kur’ân’daki karakterler tahlil edilerek ve onlar üzerinde derin incelemeler yapılarak yeni bir roman dönemi başlatılabilir..
Bir başka açıdan baskın isimlerin insandaki tesiri ve onlarda meydana getirdiği hâlet-i ruhiye ve yapı, karakter tam tesbit edildikten sonra hikâyeci, romancı bunların kâideleri üzerinde olayları ele alabilir. Bu hayâli olayları daha reel bir çizgiye çekecek ve ütopyadan daha bir doğruya yakınlaştıracaktır.
Mesela bir kahraman, Allah’ın musavvir ismine mahzar olsun. Onun hadiseler bakışı, onlardan etkilenişi, olaylara yaklaşımı hep bu (baskın) ismin onun ruhunda meydana getirdiği öz yapı perspektifinden olacaktır..
Böyle bir kişi yolda giderken manzaralara meftûn meftûn bakarak yürür. Yani çevreden ve tabiattan etkilenmesi musavvir çizgisinde olur.
Meselâ roman ve hikâyesinde Halim ismine mahzar bir kişiyi ele alan bir yazar kahramanın psikolojik tasvirinde yolda giderken ağaçların dallarının yerlere eğilmiş vaziyetine dikkat etmesi, yaprakların dallarda kıpışmasından ziyâde yere düşme manzarasına alâka duyması, dağların secde eder bir vaziyet alış tasvirine bakması ve meftun olması gibi karakterine uygun çizgiler sunmuyorsa bu tarz bir karakterin ele alınışı tam yerine oturmamış demektir. Mesela Muhsi ismine mahzar bir karakter gözüyle tabiat tasviri yapan bir yazar yoldaki ağaçların sayısını, çiçeklerin kesretle bolluğunu ele alacağı yerde musavvir ismine mahzar olan bir kişinin bakışıyla tasvirler yaparsa (edebi deyimle) bu canlandırılan karakter aslına uygun düşmediği için pek inandırıcı olmaz. Özetle romancılarımıza ve hikâyecilerimize (baskın) isim ve onun verileri şeklinde özetleyebileceğimiz bu konuyu ele alarak o ismin kaideleri üzerine oturmuş karakterlerin oluşturulduğu yeni bir roman ve hikaye çağını başlatmalarını tavsiye etsek inşallah haddimizi aşmış olmayız.
İşte Bediüzzaman bu konuyu seneler önce Unsur-u belağatta sunup yanlış karaktere yanlış sözler ettirme veya onları hâl ve tavır yönüyle fıtratının dışına çıkarmamak gibi bir ince, sanat ve estetik yönüyle de oldukça önemli bir konuyu bizlere duyurmuş ve bu konudaki görüşünü şöyle özetlemiş:
"Evet her şeyi isti’dâdı nisbetinde terfî etmek lazımdır. Zira görünüyor ki göz, burun gibi bir âzâ ne kadar güzel olursa, hatta altından olursa haddinden büyük olduğu halde sûreti çirkin eder…"
Yedinci Mesele’de her eser veya söz bir hakikat dânesi üzerinde sümbüllenmeli, diyen müellif tamamen hayalî olan konuların kof ve mutantan olacağını, ne kadar iyi anlatılırsa anlatılsın dayandığı bir nokta- i istinâd olmadığından boşlukta kalacağını vurguluyor.
Fıtrata zıt olan bu anlatım kısa zamanda üslûbu da, mevzûyu da, eseri de soldurabilir.
Zamanın eğesi, biley taşı onu törpülerken elde bir şey kalmaz, söz, saz yokluğa karışır..
Bu dâne-i hakîkat konusunu müellif bir cümlede şöyle özetliyor:
"Her dânenin bir sümbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar sümbüllenemez."
Demek ki biz hangi konu üzerine hangi olayları ve hâdiseleri, karakterleri bina edeceğimizi iyi seçmeliyiz. Bazen ele alınan konu anlatılanları kaldırmayabilir. Yani zayıf kalır.
Sekizinci Mesele’de müellif anlatımda asıl maksatı içeren mânâlara yardımcı mânâlarla medet vermeyi ve onu çıplak ve yalnız bırakmamayı tavsiye ediyor. Bu tarzdaki becâyişin asıl anlatılmak istenen konuyu kuvvetlendireceğini vurguluyor. Meselâ bir şey merkep ve binilmiş ise alâ (üstünde) lâfzına müstahak olduğu gibi zarf gibi içine aldığından fî (içinde) lâfzını da ister." diyerek güzel bir misâl ile bu konuyu kuvvetlendiriyor.
Dokuzuncu Mesele üç noktayı ele alan müellif Birinci olarak beyânın bir şeyi ele almakla çok şeyleri anlatmak istidâdında olması gerektiğini öne sürüyor. Her kişinin istidâdına göre oradan alacağı hisse olması kelâmın gücünü artırır. Bu fikrini daha detaylı anlatmak için şu misâli veriyor:
"Nasıl mütedâhil tasvirlerde siyah bir noktayı, bir ressam koysa; o nokta birinin gözü, ötekisinin yüzünün hâli, berikisinin burnunun deliği, başkasının ağzı olduğu gibi kelâm-ı âlidede öyle noktalar vardır."
İkinci Nokta’da müellif teselsül konusuna parmak basıyor. Kelâmda teselsül… Birbirini gerektiren şeyleri sıralamadaki maharet.. Bu sıralamada yanlış yapılmaması..
Bu silsileye dikkat etmeyen bir yazar ya da hatip biraz evvel söylediği sözü biraz sonra nakzedebilir. Bilhassa yazılı anlatımlarda fikirlerin gelişmesindeki periyodu ayarlamada büyük önem teşkil eden bu konu için Bediüzzaman şu misâli veriyor:
"Meselâ: Âlem güzeldir, demek Sâni’i hâkimdir, abes yaratmaz, israf etmez, isti’dâdın mühmel bırakmaz, demek, intizamı daima tekmil edecek. Ciğer- şikâf ve tahammülsüz ve emel öldürücü, bütün kemâlâtı zir ü zeber eden, hicrân-ı ebedî olan ademi insana musallat etmez, Demek saadet-i ebediye olacaktır."
Üçüncü Nokta’da ise ‘her bir aslın yüksek netice ile kasden veya bizzat alakası yok ise’ kelâm gayesine ulaşmış değildir, diyor. Bu konu da Kur’ân’ın ayetlerini örnek göstererek söyle bir sonuca varıyor:
"Evet Rabbi-i İzzet’in kelâmına dikkat edilse, bu hakikat her yerde nur gibi parlar. Evet nur gibi, köşelerinde ve mekatı’larında içtimâ edip, zülâl-ı belâğat fışkırıyor. Nefrin o zâhirperestlere ki, bu hakîkatten gaflet edip, tekrara haml ediyorlar.!"
Dördüncü nokta da müellif "Kelamı öyle ifrağ etmek ve isti’dat vermektir ki pek çok fürûların tohumlarını mutazammın ve pek çok ahkâma me’haz ve pek çok meâniye ve vücuh-u muhtelifeye delâlet etmektir." diyerek bu konuda şu misali verir:
" Evet kıssa-i Mûsâ meşhur darb-ı meseldeki tefâriku’l asâdan daha nâfîdir. Nasıl o asâ ne kadar parçalansa, yine bir işe yarar, kıssa-i Mûsâ dahi öyledir. Bu hâysiyetine binâendir ki; Kur’ân yed-i beyzâ-i mü’cizü’l beyâniyle o kıssayı aldı ve suver-i müteaddidede gösterdi. Her bir ciheti hüsn-ü istimâl etti. Fenni beyânın sehâresi, belâğatına secde-ber zemîn-i hayret ve muhabbet ettiler."
Onuncu Mesele’de müellif kelâmın hissiyatla atbaşı yürümesi gerektiğini bunun içinde tabiatı taklit etmenin sözü fıtrat çizgisinde söylemeyi kolaylaştırdığını vurgulamaktadır. Zamansız bir çıkışın sözü bozacağını ve onun selasetini yok edeceğini söylüyor. Bunun için söz söyleyenin "Sanat-ı hayâliyesiyle tabiata şakirtlik etmek gerektir, ta tabiatın kavanini onun sanatında in’ikâs edebilsin" düsturuna uymasını salık veriyor.
On Birinci Mesele’de müellif nasıl bir gülün dikenleri varsa sözünde onu koruyacak yardımcılarının olması gerektiğini ele alıyor. Böyle bir sözün koruma altına alındığını ve surlarla çevrili olduğunu beyan ediyor ve şöyle diyor:
"Gûya o kelâm birçok münazarâtın neticesi ve pek çok muhâkematın zübdesi olduğundan gayet ulvî olarak evhâmın şeyâtîni, istirak-ı sem edemezler, eğri nazarla bakamazlar. Güya mütekellim altı cihetini nazara alıp, etrafına bir sur çekmiştir."
On İkinci Mesele’de Bediüzzaman en önemli bir konuya parmak basıyor ve anlatan anlattığı şeye uygun bir üslûp giydirmelidir, diyor. Bu konuyu hikâye konusu üzerinde açıklığa kavuşturuyor.

Eğer bir hikâyeci kahramanın hissiyatını anlatacak ise kendini onun yerine koyarak onun hâlet-i rûhiyesine tercüman olmalıdır, diyerek en önemli bir konuyu dillendiriyor. Onun lisanıyla konuşmalı ve onun hâline tercüman olmalıdır. Böylece karakterleri göz önünde canlandırırken adaletli davranmış olur. Bu konu bizim biraz evvel sözünü ettiğimiz psikoljik tahlile ışık tutuyor. Baskın isimleri tesbit karakterleri anlamada en kolay yol ve en doğru usûl olsa gerektir. Bu isimler bize onların ruh dünyasına hulûl etmek için ip ucu olacaktır. Kahramanlarımızın nerede ne yapacağını ve nasıl hayaller kuracağını, neler düşüneceğini, nasıl davranışlar sergileyeceğini daha önceden kestirdiğimiz için hikâye veya romanı yazmak epeyce kolaylaşacaktır..

Biz kelâmın böylesine yara aldığı ve hastalığını, yaralarını tedavi husûsunda nâ-ehil kapılarda dolaştığı böyle bir devirde sözün ancak idrak üstü, gerçek beyânın merhem ve ilacıyla yarasının ve hastalıklarının düzeleceğini düşünüyoruz.. Kelâmın özden kopmaması, kışırdan ibaret olmak gibi bir pespaye duruma düşmemesi için kelâm ve beyân ehlinin zarfa ve mazrûfa değeri nisbetinde önem vermek gibi zorlu bir meseleyi halletmesinin ancak söz Sultanına (Kur’ân) dönmek ve onun "Sultân-ı sühân menem diğer nist" dediğini duymak, dinlemek ve Beyan çıraklarının onun rahle-i tedrisine oturup sözlü ve yazılı ifâdenin püf noktaları ve takdim inceliklerini kavramasıyla olacağını vurguluyor, bu hususta söz ve beyânın en can alıcı kaidesini birkaç satırda hülâsa eden Bediüzzaman’ın özlü hatimesiyle bahsimizi kapatıyoruz:

"Söylenene bak, söyleyene bakma, söylenmiştir… Fakat ben derim: Kim söylemiş? Kime söylemiş? Ne içinde söylemiş? Ne için söylemiş? Söylediği sözü gibi dikkat etmek, belâğat nokta- i nazarında lâzımdır belki elzemdir.”

12 Temmuz 2007 Perşembe